17 Ekim 2012 Çarşamba

Memleketimden 'Yazar' Manzaraları

     İstanbul'da yazdan kalma bir akşamüzeri... Üsküdar'dan Beşiktaş'a geçerken 'Ne güzel' diyorum içimden; '5 dakkada Beşiktaş, hem de Boğaz'a değiyor gözleri insanın'. Beşiktaş'tan İstinye Dereiçi'ne giden bir otobüse atlayıp, düşüyorum yola. İstikamet Tarabya; Almanya Büyükelçisi'nin Tarihi Yazlık Rezidansı. 
     Akşam saatler 20:00'ı gösterdiğinde icabet etmem gereken bir davet var. İstanbul'da iş çıkış saatleri yaşanan trafik çilesi malumunuz; heyecan içerisindeyim. Yönetmen Osman Okkan'ın   yazdığı ve yönettiği 'İnsan Manzaraları - Türkiye'den Altı Yazar Portresi' belgeseller dizisinin basın tanıtımı ve akabindeki söyleşi vesilesiyle Büyükelçi Eberhard Pohl'un vereceği resepsiyona yetişmem gerekiyor. Bindiğim otobüs şoförünü şaşırtacak bir hızla İstinye'ye varıyoruz. Öyle ki şoför, Cemil Ağabey'ini arayıp 'İstinye'ye geldim, valla da geldim' diye haber ediyor. Ben de böylelikle Dukan Diyeti'ndeki karnımı doyuracak zaman buluyorum. İstinye Şıkıdım'ın yağsız, hafif, leziz kokoreci ile tanışıyorum. Ardından da Hızır'ın hızında hareket eden bir minibüse binip, Tarabya'ya ulaşıyorum.
        
             *                                    *                                     *

     Almanya Büyükelçisi'nin Yazlık Rezidansı akşam karanlığında bile güzelliğini es geçemeyeceğiniz yemyeşil bir bahçe içerisinde karşılıyor sizi. Gül bahçelerini geride bırakarak, koruluğun içine doğru bir gezintiye çıkmamak için kendinizi zor tutuyorsunuz. Rezidansın üzerinde bulunduğu arazi 1880 yılında Sultan 2. Abdülhamit tarafından Alman İmparatorluğu'na hediye edilmiş. Rezidansın fotoğraflarını çekmedim, o nedenle merak buyurursanız Alman Başkonsolosluğu'nun internet sitesine bakabilir  ya da daha ayrıntılı bilgi için Boğaziçi'ndeki Almanya kitabını edinebilirsiniz.
             Antreyi geçerek, sol tarafta bulunan salona adım attığımda ilk önce nazik daveti sayesinde bu güzel geceye katılmamı borçlu olduğum yönetmen Osman Okkan gözüme çarpıyor. Ardından da büyük usta Yaşar Kemal. Hangi lakapla anmalı onu bilemiyorum; büyük yazar, güzel insan, dava adamı? Muhtemelen gittiği her yerde, kimi zaman sevgi ve ne yazık ki bazen de tehditle, aşağı yukarı etrafındaki her insandan gördüğü ilgiyi karşılıyor güler yüzüyle. Onu tanımasanız, hiç okumamış olsanız bile, merak ve saygıyla yanı yamacında bir köşe bulup ilişeceğiniz, sözlerine kulak kabartacağınız bir enerji, duruş, mizaç, karakter. Artık ne derseniz, deyin.
Yaşar Kemal'in bu güzel anını ne yazık ki ben net olarak yakalayamadım. Ancak benim için gecenin en büyük sürprizi
olan, Tarkan'ın kadrolu fotoğrafçısı olarak tanıdığım Sedat Mehder neyse ki yakaladı. 
           O gece Yaşar Kemal başta olmak üzere resepsiyonun 99 davetlisi, 'İnsan Manzaraları'nın TRT-Türk'te yapılacak gösterimleri vesilesiyle yapılan tanıtım nedeniyle oradaydılar. Temeli daha önce  ARTE televizyonu için hazırlanan belgesel çekimlerine dayanan Okkan'ın projesi, adını Nazım Hikmet'in dünyaca ünlü destanından alıyor. Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Murathan Mungan, Aslı Erdoğan ve Elif Şafak'ın yaşam öyküleri ve eserleri üzerine portrelerin Robert Bosch Vakfı desteğiyle yayınlanan DVD setleri, 2012 yılının başından bu yana Almanya'da büyük ilgi görüyor. 

Yaşar Kemal ve Murathan Mungan 
   Okkan'ın kurucuları arasında bulunduğu Türk- Alman Kültür Forumu, WDR televizyonunun eğitim portalı Planet Schule ile birlikte, okul ve yüksekokullarda kullanmaya uygun kapsamlı bilgilendirme ve  ders malzemeleri de geliştirmişler. Bu belgeler Planet Schule'nin internet sitesinden ücretsiz olarak indirilebilir durumda. 2011 yılı yaz döneminden bu yana Duisburg- Essen Üniversitesi'nde 'İnsan Manzaraları - Türkiye'den Altı Yazar Portresi' film dizisi konusunda  farklı bölümlerden öğrencilere bir seminer veriliyor. 2012- 2013 döneminden itibaren de Türkoloji Bölümü'nde konuyla ilgili bir ders verilecek. Aynı şekilde Giessen ve Berlin üniversitelerinde,bunların dışında Tübingen Üniversitesi'nde de Dr. Barbel Duemler'in hakkında seminer verdiği dizi, bu yıl itibariyle Köln Üniversitesi'nde de bir seminer konusu oluyor. 

                         *                                             *                                                     *
Eberhard Pohl
           Gece Yaşar Kemal'in etrafını sararak ona bir merhaba demek, onunla bir fotoğraf çektirmek isteyen insan kalabalığının hatrı ve gönlü alındıktan sonra, Büyükelçi Eberhard Pohl'un açılış konuşması ve Osman Okkan'ın davetlileri selamlamasıyla başladı. Pohl'un konuşması sırasında kayıt cihazıma olan güvenim nedeniyle ben hayranlıkla protokolde oturan Yaşar Kemal ve Ara Güler'i izlemekteydim ki, salonda benim saç rengime yakın yegane saç rengine sahip olan Nazlı Eray'la göz göze geldim. İstanbul sokaklarında gezerken ortalama bir vatandaşın 300-400 kelime ile kendisini ifade ettiği bir ülkede iletişimden yana en küçük bir sıkıntı yaşamayan ben, bu insanların karşısında 'Acaba Türkçe biliyor muyum?' şüphesine düştüm. 
      Pohl iki ülke arasındaki ilişki ve edebiyatın bu ilişkideki önemine değindiği konuşmasında, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve Zülfi Livaneli gibi yazarlara Türk insanını Alman toplumuna bütün zenginliğiyle tanıttıkları için teşekkür etti. Bir gazetede okuduğu eleştiri üzerine bundan 10 yıl önce ilk kez Orhan Pamuk'un 'Benim Adım Kırmızı' adlı eserini okuyarak Türk edebiyatıyla tanışan Pohl, 2008 yılında Türkiye'nin konuk ülke olduğu Frankfurt Kitap Fuarı sonrasında ülkesinde Türk Edebiyatı'na artan ilgiden bahsetti. Konuşmasını sonlandırırken de basın mensuplarından bu projeye gerekli tanıtım desteğini göstermelerini rica etti. 
Yönetmen Osman Okkan TRT-Türk'e
röportaj verirken
        Pohl'un arkasından 'ev sahibi' Osman Okkan, öncelikle Eberhard Pohl'a bu gece için teşekkür ettikten sonra KulturForum'un Onur Başkanı Yaşar Kemal başta olmak üzere tüm davetlileri  selamladı. Filmlerin okullar ve üniversitelerde ders konusu olmasından büyük sevinç duyan yönetmen, Türkiye gösteriminin duyulmasının ardından Türk üniversitelerinden gelen isteklere de aynı heyecanla yaklaştığını dile getirdi. Bu filmlerin kitapların, romanların, şiirlerin yerini tutmayacağını ancak bugüne kadar bu dünyayla herhangi bir ilişki kurmamış olan kişilerde merak uyandırabiliyor olmanın mutluluk verici olduğunu söyledi. 
      Osman Okkan KulturForum'un Yaşar Kemal'le birlikte eş başkanlığını yürüten Nobel Ödüllü Alman yazar Gunter Grass'ın 85. doğumgününde önümüzdeki ilkbaharda İstanbul'a tekrar gelmeyi dile getirdiği müjdesini verdikten sonra, bu belgesel dizisini söyledikleri, yazdıkları, düşünceleri için baskı altında olan tüm yazarlara ithaf ettiğini belirtti. Konuşmasını bitirdiğini düşündüğümüz yönetmen, o an Yaşar Kemal'den 'Yazarların isimlerini söylemedin' uyarısı aldı. Osman Okkan bunu unutmuş değildi pek tabii, basına dağıtılan metinlerde bu bilgilere yer veriliyordu ancak Yaşar Kemal'in bu isteği dile getirdiği sıradaki tavrı beni o kadar mutlu etti ki; ne de olsa orada olmayanların haklarıydı sözünü ettiği.
      Gece Doğan Hızlan'ın TRT-Türk Genel Müdürü Ümit Sezgin, Murathan Mungan, Osman Okkan ve belgesel yapımında rol alan Alman WDR kanalının redaktörlerinden Birgit Keller- Reddemann'la gerçekleştirdiği küçük söyleşiyle devam etti. Söyleşinin sonunda Osman Okkan'ın Yaşar Kemal portresini hep beraber izledik. 

    
                             *                                          *                                              *
       Goethe Enstitüsü, TRT-Türk ile işbirliği yaparak üniversitelerde ve okullarda filmleri göstermeyi ve söyleşiler düzenlemeyi planlıyor.  'İnsan Manzaraları' 21 Ekim Pazar günü başlayarak, altı hafta boyunca Pazar günleri 19.30'da TRT-Türk kanalında yayınlanacak.
         Emre Kongar 'Kızıma Mektuplar'da ebeveynlere Nobel Ödülü almış yazarların isimlerini bir kağıda yazıp, çocuklarının duvarlarına asmalarını salık verir. Çocuklara oku demeyin, meraklarını uyandırın demektir bu. Umarım anne, babalar bu fırsatı kaçırmaz ve çocuklarına ' Nazım Hikmet'i, Yaşar Kemal'i, Murathan Mungan'ı, Aslı Erdoğan'ı, Orhan Pamuk'u, Elif Şafak'ı oku' demenin en güzel yolunu kaçırmazlar. 





          
         
         

7 Ekim 2012 Pazar

Yaşayan Peter Pan; Aakash Odedra

      6 Ekim 2012 Cumartesi gecesi, İstanbul'da yaşayan bir avuç insan, eğer kader tahmin edilenin ötesinde bambaşka bir yol çizmemişse kendisine, önümüzdeki 10 yıl içerisinde dans dünyasının en çok konuşacağı kişilerden birinin canlı performansını izleme şansı yakaladı. Tabii eğer bana sorarsanız. :) Ama ben kimim, bir otorite miyim? Hayır :)
    Aakash Odedra'yı İstanbul'a, beni ise o gece Haliç Kongre Merkezi Sadabad Salonu'na getiren bir tesadüfler silsilesiydi. iDANS 06'nın İpek Yolu metaforu etrafında şekillenmesine karar verenler, benim sıkıntıdan patladığım bir çalışma günü ofisimde bilgisayarımın başına oturup, Biletix'in sitesinde gezinirken 'Rising'le karşılacağımı bilemezlerdi tabii. Ancak dur durak bilmeden dile getirdiğim üzere ben tesadüfte, tesadüf olmadığına inanırım.

    İstanbul'un keşmekeşinden paçamızı kurtararak, Haliç Kongre Merkezi'ne ulaştığımızda bizi kapıda dev kediler karşıladı. Ben 2010 yılında İstanbul'un 14 semtini turlamış olan hareketli heykelleri daha önce hiç görmediğim için, kendi çapımda bir şaşkınlık yaşamadım desem, yalan söylemiş olurum. İKEDİ 'Biz İstanbulluyuz', 2009 Linz Avrupa Kültür Başkenti Sahne Sanatları Direktörü Airan Berg tarafından iDANS için geliştirilmiş bir projeymiş. Çalışmadaki amaç da şehrin sokaklarını, havasını ve suyunu paylaştığımız hayvanlarla uyumlu bir yaşama ve diğer canlıların var olma haklarına saygılı bir bakışa dikkat çekmekmiş. Bu hareketli heykeller 2011 yılının bahar aylarında İspanya ve Finlandiya'ya davet edilmiş. Burgos ve Helsinki ziyaretlerinin ardından bu yıl yeniden İstanbul'a gelmişler. Eylül ayı boyunca da şehrin farklı noktalarını ziyaret etmiş, 10 yaşın üzerindeki İstanbullular'la atölye çalışmaları gerçekleştirmişler. Atölyelere katılanların fotoğraflarını görünce çok kıskandım ancak ne yazık ki 2012 yılıyla ilgili programa herhangi bir gazete ya da dergi anladığım kadarıyla yer vermemiş. Bunu öğrenince de bu sefer kendime çok kızdım! 'Ehh be Audrey, sen ne güne duruyordun? Sen neden habersizsin bu olan bitenden? Oldu mu şimdi?'

                           
           Odedra'nın gösterisiyle ilgili ön araştırma yapmış olduğumdan sahnede ilk sergilediği performansın da koreografisi kendisine ait, çağdaş bir Kathak yorumu olan 'Nritta' olduğunu biliyordum. İzlemiş olduğumuz ilk koreografinin gecenin en sönük performansı olduğunu söyleyebilirim. Ardından Akram Khan'ın 'In The Shadow Of The Man'ini izledik. Benim için doğumunun ardından dünyaya ayak uydurmaya çalışan insanla, hayvan arasında bir varlığın hikayesiydi anlatılan. Saniyeler ilerledikçe sahnede gördüğümü Tolkien'in Gollum'unun farklı bir yorumlaması olarak algılamaya başladım. Benim için büyünün başladığı nokta da zannediyorum ki burasıydı.
       Akram Khan bu solo koreografide kendisine yön verenin, onu sürekli olarak büyüleyen içimizdeki hayvan olduğunu dile getirmiş. Klasik Hint dans koreografilerinde de sıklıkla yer bulan hayvansal kodlardan yola çıkarak, Aakash'ın bedenindeki hayvanı aramaya koyulmuşlar. Gösteriyi izledikten sonra internette gezinirken rastladığım bir blogta okuduğum bir yorum beni kendi bedeni içindeki hayvanı aramaya çıkmış başka dansçılarla da buluşturdu. Bunlardan 2010 yılında yolu İstanbul'a da düşmüş olan Kitt Johnson'ın 'Rankefod'unu kesinlikle izlemenizi öneririm. 
         İkinci yarıda ben ilk kez ışık tasarımının nelere kadir olduğunu çıplak gözlerimle görmüş oldum. Michael Hulls'ın tasarımı ve Maliphant'ın koreografisi bir araya gelerek Aakash'ın sihri için uygun ortam yaratmıştı. Sahnede dans edişini izlediğimiz adam bir anda parçalarına bölünüyor, tekrar birleşiyor, çoğalıyor, azalıyordu. Özetle anlatmak gerekirse, sahne ışıkla ortadan ikiye yarıldı, Aakash da bu yarığın içerisinde bedeniyle arz-ı endam etti.

       Gece Cherkaoui'nin 'Constellation'ı ile sonlandı. Sahnede öncelikle birbirinin aynısı ışıklar yandı. Bana sorulacak olsa bunlar Varolmayan Ülke'nin perileriydiler ve Peter Pan de onlarla oynamaya gelmişti. Perilere dokundukça, önce periler, ardından eli yüzü peri tozuna bulanmış Odedra uçmaya başladılar. Birlikte varolan, birlikte yok oldu daha sonra...
        Aakash'ı izlerken çağdaş dansa gönül vermiş birinin ya da kalbi dans için atan bir gencin, eninde sonunda kendisini İngiltere ya da Amerika'da bulmasının şart olduğu bir dünyada yaşıyor olduğumuz için çok içim burkuldu o gece. Sanattan söz ederken Deleuze ve Guttari'den dem vurmadan duramayarak, dansı, tiyatroyu, plastik sanatları kavramların arasına sıkıştırıp, görünmez parmaklıklar ardına hapseden, kendi yüksekliklerinin altını çizmek için böyle performansları bir avuç insanın erişebildiği birer yüksek sanat aktivitesi haline getirenlerin hiçbirinden, insanların hissetmelerinin önüne ket vurdukları için hoşlanmıyorum. Yeri gelmişken ya da ben lafı oraya getirmişken, bunu da dile getirmek istedim.
         Doğrusunu söylemek gerekirse ben gösteriyi izlerken fotoğraf çekmek için yoğun bir çaba harcamaya fırsat bulamadım zira gözlerimi bir an olsun sahneden ayıramadım. Gecenin başlangıcında içeri girerken gayet sıradan bir konferans salonu görünümündeki Sadabad, Aakash sahneyi terk ettikten sonra Avalon'un sisleriyle doldu. Gösteriyi birlikte izlediğim arkadaşım Yasemin kolumdan dürterek 'Eee hadi kalkmıyor musun? Bir biz kaldık' dediğinde, içine girdiğim halet-i ruhiyeden çıkmaya henüz hazır değildim.
       
           Zaten çıkabildiğimi de kim söyledi?
           

27 Eylül 2012 Perşembe

Aakash Odedra 6 Ekim 2012'de Haliç Kongre Merkezi'nde

    Tahmin ettiğiniz üzere ben, ofiste boş zamanlarını alışveriş sitelerinde geçiren bir beyaz yakalı değilim. Hatta bana 'beyaz yakalı' demek de pek doğru olmaz; onların hırslarına, kariyer planlarına da sahip değilim. Daha çok 'Plan programsızlıktan bunalıp, sabah dokuz, akşam altı bir düzeni özlediğimde, bir grup insanın zamanlarını manasızca bilgisayar başında geçirdikleri şirketlerde para kazanıyorum' diyelim.
   Ben ofisteyken Biletix'in internet sitesinde zaman geçirmeyi tercih edenlerdenim. Bu sayede de İstanbul'da nerede, neler olduğunun en azından bir kısmıyla ilgili fikir sahibi olabiliyorum. Sting İstanbul'a bir konser vermek üzere gelme kararı aldığında, bundan hepimizin haberi oluyor. Kendi aramızda hangi şarkıları söyleyip, söylemeyeceği ya da hangilerinin bizi mutluluktan uçuracağına dair sohbetler ediyoruz. Ancak İstanbul'da yaşamak bizlere sadece J-Lo gibi MTV yıldızlarının sahne şovlarını takip edebilme lüksü sunmuyor. Çok daha az insanın haberdar olduğu, bu nedenle de erişilmesi çok daha kolay olan, büyüleci performanslar da İstanbullular'ın seçenekleri arasında bulunuyor. 
   Bunlardan bir tanesini, çok yakın bir tarihte, Haliç Kongre Merkezi'ndeki Sadabad Salonu'nda olanlar izleyebilecek. 6. İDANS Uluslararası Çağdaş Dans ve Performans Festivali kapsamında 6 Ekim Cumartesi akşamı Güney Asyalı dansçı Aaska Odedra sadece 1 geceliğine İstanbul'da performans sergileyecek. 
   İşin aslı Biletix'te gezinirken, festival kapsamındaki bir çok etkinlik arasından 'Rising' nasıl dikkatimi çekti, bilemiyorum. Ancak ben şimdi sizlere, bu etkinliğin neden kesinlikle dikkatinizi çekmesi gerektiğini kendi meşrebimce anlatmaya çalışacağım.
      
                  *                                                           *                                                             *
     Aakash Odedra, Britanya Güney Asya Dansı'nın yükselen yıldızlarından biri. İngiltere'nin en çok satan günlük gazetelerinden The Guardian'ın dans eleştirmeni Judith Mackrel ( doğru okudunuz, adamların dans eleştirmeni var) Rising'i ' Aynı programda Akram Khan, Russell Maliphant ve Sidi Larbi Cherkaoui'nun kareograf olarak bir araya gelmeleri, dansın kırmızı halı gösterisidir' diyerek anlatmaya başlıyor ve 'Üçünün de Aaakash Odedra'nın yeni şovu için farklı sololar hazırlamış olmaları, bize daha çok O'nun yeteneğiyle ilgili bir şeyler söylüyor' diye ekliyor. 
      Bangladeş kökenli öğretmeni Akram Khan gibi, Aakash Odedra'nın da dans geçmişi geleneksel danslara dayanıyor. ISTDN'nin Güney Asya Dansları sınavlarına giren ilk öğrencilerden olan Odedra, 14 yaşındayken  Bharatanatyam, 16 yaşındayken de Kathak için değerlendirilmiş. Şu anda Bharatanatyam ya da Kathak diye yazarken, inanın neden bahsediyor olduğumu ben de bilmiyorum. Belki Bollywood filmlerinden aşina olduğum  figürlerdir söz ettiğim de, ben adlarını bilmiyorumdur. Ancak öğrendiğim kadarıyla Odedra gösterisini kendisine ait çağdaş bir Kathak yorumu olan Nritta ile açacakmış. Bharatanatyam içinse Youtube'un ne güne durduğunu söyleyebilirim ancak.
       Odedra 2008 yılında Curve Tiyatrosu'nun Leicester'daki salonunun açılışı için 'Flight' isimli bir bölüm hazırlamış. Aynı yıl içinde Kraliçe'nin ziyareti sırasında performansını sergilemesi için davet edilen tek kişi olmuş. İnternet sitesine girdiğinizde sizi dansıyla karşılıyor. Etrafı biraz karıştırdığınızda kendi topluluğu için eğitimli ve yetenekli dansçılar aradığını öğreniyorsunuz. Ben o satırları okurken, ilanı görünce heyecanlanan, bunun hayatının fırsatı olduğunu düşünecek genç dansçıları düşündüm. İngiltere'de çalışma izni olan ve 16 yaşını tamamlamış dansçılar elemelere katılabileceklermiş. Sonra aynı duyuruyu okuyan 15 yaşındaki genç dansçıları düşününce de üzüldüm. Deli miyim, neyim?
      6 Ekim gecesi sahneye her gününü yaratarak, kurgulayarak, prova yaparak, çalışarak, öğreterek ve öğrenerek geçiren, kendini bu şekilde canlı hisseden bir sanatçının çıkacağından eminim anlayacağınız. Bir başka eleştiride okuduğum kadarıyla ara sıra ayaklarının yerden kesildiğini düşüneceğimiz anlar da yaşayacakmışız. 
       Sizlerin de o gece Sadabad Salonu'na gelmenizi isterim Hele de dansla herhangi bir profesyonel ya da amatör bağınız yoksa ve benim gibi neredeyse sadece dansın ne olduğundan haberdarsanız; muhtemelen Mackrel'in koreografiyle ilgili yüksek beklentilerini tatmin edememiş olması gibi bir hayal kırıklığı riski taşımıyorsunuz. Tam tersine, daha önce gözlerinizin hiç görmediği türden bir deneyimle kamaşacağının garantisini verebilirim. 

Aakash Odedra / Rising
6 Ekim 2012 - Haliç Kongre Merkezi / Sadabad Salonu
Tam: 34 TL Öğrenci: 24 TL 
Bilet satın almak için tıklayınız.
   
     

16 Eylül 2012 Pazar

En Keyifli Dövme Stüdyosu; 'Twenty Tattoo'

   Cumartesi günü iş çıkışı evde pineklemeyi planladığım sırada, kadim dostum ozcadısı'nın telefonuyla kendimi sokaklara vurdum. Ozcadısı arkadaşı  OguzhanKabukcu'nun evvelsi akşam açtığı dükkanına 'Hayırlı olsun' ziyaretine gitmekteydi. Tam olarak nereye gideceğini bilmeyen ben, Anadolu Yakası'ndan, Avrupa'ya geçerken telefona sarıldım; 'Alo, neredesiniz?', 'Canım ben şu an dövme yaptırıyorum', 'Tamam,neredesiniz?'.
   Telefonu kapatınca kendi soğukkanlılığıma kendim şaşırdım. Akşam Taksim'de gezinme planımızın içinde, ozcadısı'nın dövme yaptırması gibi bir şık yoktu. Ancak ben, 'Aman Tanrım' diye şaşkınlık naraları atacağım yerde, sanki hepimiz sokağa çıkıp  bakkaldan gazete alırmışcasına dövme yaptırıyormuşuz gibi 'Tamam' demeyi tercih ettim.   

   Kumbaracı Yokuşu'ndan aşağı inerken, Leb-i Derya ile Kumbaracı 50'yi geride bıraktığınızda sağ taraftaki 49 numaralı dükkan; 'Twenty Tattoo'. Tam adıyla 'Twenty Tattoo& Piercing Studio'. Minicik, sıcacık bir yer. Mekanın sahip ve sahibesi Oğuzhan Kabukçu ile Hasibe Yıldırım. Ancak anladığım kadarıyla Oğuzhan'ın cici kız kardeşi Aslı başta olmak üzere, geçmişi Denizli'ye dayanan, dükkanın 'demirbaşı' olan bir arkadaşlar grubu var. Zaten ben Kumbaracı'dan aşağı inerken, kapı numaralarına bakmaksızın dükkanı bu grup sayesinde buldum diyebilirim. Twenty Tattoo eşrafı sokağa taşmıştı. Bendeniz de bir cumartesi gecesi karşınıza çıkabilecek en tatlı insanlarla böylece tanışmış oldum.
   İşin aslı esas şamataya geç kalmıştım. Açılışın şerefine Kumbaracı'yı şampanyayla yıkayan arkadaşlarım,  üzerine de portakal likörü-soda ikilisinden oluşan shotları devirmişlerdi. Yanlarına varmayı başardığımda herkes çoktan çakır keyifti. Öyle ki, Ozcadısı 'Hadi bakalım' deyip bileğine Latince 'Bilgelik' bile yazdırmıştı. 
   Hasibe'nin ozcadısı'nın bileğine kondurduğu 'Sapientia'sına bak bak doyamadık. Kadim dostumun sivri sinek ısırmış kadar canı acımamış, bir fiske kabarıklık, kızartı oluşmamıştı. Sonra da ne bir yara, ne de iltihap. Belki zaten öyle şeyler hiç olmuyordur artık, bilemeyeceğim. Ancak Hasibe'nin elleri dert görmesin demeden de edemeyeceğim.
   Burası Twenty Tattoo'nun ikinci adresi. Daha önce İstiklal'in öte yanındalarmış. Hasibe üniversite eğitimini aldığı Denizli günlerinden bu yana dövme yapıyormuş. Dövme yapmayı o zamanlar bir arkadaşının stüdyosuna gide gele öğrenmiş. Ancak 'alaylı' demeden önce bir kez daha düşünmenizi tavsiye ederim; zira kendisi Pamukkale Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü'nde Resim İş Öğretmenliği'nden mezun. Aralık 2011'de kendi stüdyosunu açmadan önce, Denizli ve İstanbul'da profesyonel olarak bu işi yapmış. Son yıllarda kendi imzasından çok, Gazi Mustafa Kemal'in imzasını kullanmış. Dövme 'amca'lar arasında çok popülermiş. Ancak tek mahareti  bu değil. Aynı zamanda film, reklam, fotoğraf çekimlerinde de profesyonel makyaj yapıyor. En son olarak İstanbul'a Dans Festivali için gelen Japon dans grubunun fotoğraf çekimlerinde çalışmış. Bunu öğrendiğimde 'Ayy ne güzel, ben Caponları çok severim nedensiz yere' deyince,  geçirdikleri bir hafta içinde bu sevgiyi hakettiklerini dile getirdi.






          




  






   Anlayacağınız ben Hasibe'yi kenara kıstırıp, o nasıl, bu nasıl diye ardı arkası kesilmeyen sorular sordum. O da hepsini peygamber sabrıyla yanıtladı. Bu nedenle içinizden dövme yaptırmayı arzu edenler, 'Acaba neye benzeyecek?' kaygısı taşımazken, kendinizi melek gibi bir insana teslim etmek isterseniz, yolunuzu  Twenty Tattoo'ya düşürseniz iyi edersiniz.  Eğer ziyaretinizi geç saatlerde gerçekleştirirseniz, belki siz de dar sokaklardan birinden Kumbaracı Yokuşu'na dönmeye çalışırken, manevra alanını daraltan apartmana korna çalan, akıllara durgunluk veren bayana denk gelirsiniz! ( Çok ciddiyim!)
   
Hasibe The Great








O gece sizlerle bir arada olmak çok çok güzeldi. Umarım en kısa zamanda tekrar bir araya geliriz. Siz kendinizi biliyorsunuz! 
      

27 Mart 2011 Pazar

İstanbul'da bir pazar gününün hakkı nasıl verilir?



   Sabah salonda sızıp kaldığım koltuktan 'Günaydin' demek bu pazar gününe imkansiz sandım. Kankamla toparlanip dışarı attık kendimizi, mahallenin fırıncısından da yedik bi fırca - vay efendim araba oraya park edilir miymiş? - ama dedim ki; önce bi gidip ööyleee denize bakalim. Tam 4 adım sonra, 'Günaydın' dedi İstanbul tüm ihtişamıyla, ona karşı gelmek olmazdı haşa.  'Günaydın' dedim içten bir fısıltıyla.

 


  



 Bir ilkbahar sabahı ' Güneş    gülümsüyor kızlar size' dedi kayıklar bize. 

Kankam ayakkabılarını bağladı
uzanırcasına karşı sahile 

      
  
   
  Hal böyleyken boğaz fonlu fotoğraflar çekmek farz oldu bize.







    Garip olan; Garipçe yolunda çektiğim fotoların hepiciği bi garipti. İnsan da, briket de, bank da geçici idi, dağlar ve Boğaz kalıcı diye midir nedir böyle çıktı bu fotoğraflar?
















 

           Derken yavaştan Marmara'nın ucu göründü...            
           Boğaz'ın dibi göründü...
           Derken girdik ara sokaklara...
           İstanbul'daydık ve yoktu gürültü...
           Sokaklar emrimize amade...
           Arada deniz göze yine göründü...
           Audrey Thinkerbell Süt Beyaz Hepburn çok mutluydu... 

                                                                                
  Ağaçlar gördük upuzun;, kökleri var toprağın altında boylarınca.  Audrey Thinkerbell Süt Beyaz Hepburn çok mutluydu, zira 'Ne Hint'te ne Çin'deydik, ışıl ışıl bir BAHAR içindeyiz' dik. Yolda Edith Piaf ve Kardeş Türküler arkadaşlık etti bize. 
  Garipçe de garip bir yerdi. Köy kooperatifinin deniz kıyısındaki mekanının yıkılmasından sonra adını hatırlamadığım 'balıkçı kahvaltı' mekanının tekelinde; duyanın gelmiş olduğu, tuhaf bir yerdi Garipçe. Bakir falan değildi.
  Deniz az gelin bu tarafa dedi. Çağırırsın da, gelmez miyim diye gittim bir koşu yanına... Küçücük bir köy, minicik bir koyda Garipçe; önünden koskoca Roro'lar geçen. 


Su berraktı; içi dışı birdi. 
Minik kız denize taş atıyordu;
neydi insan oğlunun
suyu dalgalandırmakla imtihanı

 yüzyıllardır süren :)
                                         
                                         
Elveda dedik tekelleşmiş Garipçe sahiline...      
Attık kendimizi Rumeli Feneri'ne.
Hey gidi Karadeniz; selam olsun sana!
Kankam da anı yakalıyordu, ben de...
Elimizde mekanın ruhuna tezat akıllı telefonlarımızla...

Anı  aşıp, yarına bakalım deyiverdik. Kankam tweet attı 'Falında Albatros çıkan bi kankam var' . O falda başka bir şey daha çıktı; hikayesi efsunlu, burada paylaşılamayacak.





Ağzınıza layık serpme kahvaltı




İstanbul'da yolunuzu inekler kesmediyse hiç; siz bu şehirde yaşamıyorsunuz demektir  :)



    Kahvaltı bitti, yollara düşüldü. Sezen'i de aldık yanımıza, kamberiydi o düğünümüzün Bakirköy yolunda. Ruha sanki daha iyi gelen bir şeyler vardı, tabelada yazana nazara. Sezen muzurdu, oyunbazdı, kendini kendisi ele veriyordu. Çekiciydi, pervasızdı, espriliydi. Gülünce gözlerinin içi gülüyordu. O da Uyar gibi bütün ağaçlarla uyuşmuştu, kalabalığın varlığını umursamazdi; tek dileğiydi dengesinin bozulmaması. Ne de olsa o güzeldi, duruydu. Eski bir dost 'Sezen Aksu gibi kadınsın' demişti.

        Kraliçe olan kankamla Bakirköy'e de uğramıştık. Deliydik bize her gün bayramdı. Yetinmedik. Dört dönmeliydik İstanbul'u ya; Anadolu Yakası'na geçtik.



       Palladium'da Sushi Co'ya giderek kendimize sipariş edilebilir yegane prensi istedik. Kankam 'Sake?' dedi, ' Offcourse' dedim.    


 Sushi Prince 1



  

    Önünden geçerken 'Ne güzel yahu bu çanta' dediğimiz çanta yakaladı bizi; Arnavutköy'ün daracık sokaklarında arabaya park yeri bulamayıp da, Sezen de 'Şinanay' deyince çıktığımız yağmurlu Boğaz turunda.  'Hep karanlık hep karanlık yeter artık yeter bı avuç kar beyazı, bir adım yol bana' diye yazmıştı Kayahan, coşturdu bizi İskender Paydaş; 'Dağlar duvar olsa önümde, yollar kördüğüm düğümlense dönmem gözümü dağlasalar, ipe götürseler sen bir kuş uçur yeter!'




Dönüşte kankamın kızıl taba kahve botlarına tencere kapak misali uyan o çantayı, 'Bu saatte bu mağazanın açık olmasında da vardır bi keramet' dedik , aldık! Sefamız olsun, ohhh ohhh!


 Kıskandırmak gibi olmasın diye sandürledim çantayı da, kıh kıh!

Evin yolu görünmüyordu. Elif insandı Vav kainat. İçimize huzur ve korku doldu. Bu güzeldi; inancın, yaşama sevincinin göstergesiydi, kendini sevmek, sevmeye yeteneklilikti. Geceyi eve gidip film seyretmeden bitirmek olmazdı, bugün günlerden pazardı. Başlangıç'ı ( İnception) izledik. Doğruydu bir düşünce tohumlanırdi zihinde, doğruydu. Bu Pazar günü resmen efsunluydu.





















11 Mart 2011 Cuma

Çarlık Rusyası'ndan Sahneler Sergisi

   'İstanbul'da yaşıyorum' cümlesini kurmak kolay; 8 hece, 2 kelime. Oysa bu şehirde yaşamak sokaklarını arşınlamayı gerektirir; ki beklenmedik şaheserlere denk gelinsin. 
   Bu şehirde yaşamak boğazın kokusunu içinize çekmeyi, Açıkhava Tiyatrosu'nda 6000 kişilik bir koronun parçası olmayı, Eminönü'nde balık ekmek yemeyi,  Kadıköy'de Karaköy İskelesi'nden Çarşı'ya yürürken konservatuardan yükselen piyano, keman, insan seslerini duymayı, Balık Çarşısı'nda sürekli  - Allah rahmet eylesin- Aysel Gürel'le karşılaşıp sonunda 'Gel kız bir çay içelim seninle' teklifi almayı, Kuledibi'nde vişne likörü içmeyi, Terkos Pasajı'ndan 5 liraya süper bir elbise almayı,  Üsküdar'dan vapura binip 5 dakikada kıta değiştirilebilmesini deneyimlemeyi, Florya'da Uludağ Et Lokantası'nın köftesini tatmayı, en azından 1 kere bile olsa Atatürk Havalimanı Dış Hatlar'dan misafir karşılamayı,  Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü'nde boğaza karşı müzik dinleyebilmeyi ... Saymakla bitirebilir miyim ki? Tecrübeyle sabitleyemediğim, şehre dair neler neleri deneyimlemeyi gerektirir. Zaten 'Ömür biter, İstanbul bitmez' dememişler mi?
    Yaşamdan tat almasını bilene, trafiğe ve keşmekeşine rağmen cennettir İstanbul. Kapıları ardına kadar açık,  yaşanmayı bekler durur. Canımdır, en eski arkadaşım, sevgilimdir.
     İstanbul'un en güzel yerlerinden biri de Pera Müzesi'dir. İnsanın kendini büyülenmek için en azından ayda bir kez oraya atması gerekir. Pera Müzesi insanı hayal kırıklığına uğratmaz. Siz Frida Kahlo tarafından efsunlanmak üzere yola çıkarsınız, Çarlık Rusyası ressamları sizi bir dudağınız yerde, bir dudağınız gökte afallatır. 
      Leyleği havada görenin çok gezmesi gibi, güneşin yalandan göz kırptığını görünce Ozcadısı ile kendimizi kahvaltı niyetine yine, yeni, yeniden Rumeli Feneri'ne attığımız bir gündü. Dönüşte 'Neden Frida'yı ziyaret etmiyoruz ki?' dedik. Zira Frida da dünya ahiret bacımız sayılırdı bizim. İşte böyle başlayan bir günün sonunda; 4 Kasım 2010 - 20 Mart 2011 tarihleri arasında Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi tarafından düzenlenen 'Çarlık Rusyası'ndan Sahneler' sergisini  bir tesadüf sonucu ziyaret ettik. Sevgili Frida sağolsun, Rus gerçekçilerine nail olduk.
 
     Rus gerçekçi resimleri deniyordu broşürlerde; insanın zihninde toplumsal gerçekçi sinema çınlanıyordu birden. Oysa resimler 'gerçekçi' sıfatını, insanın suratına çarpan soğuk bir tokat sayesinde hak etmiyordu. Rus ressamlar çalışma, yoksulluk, çocukların dünyası, halk eğlenceleri, ölüm ve kent soylularını konu alan resimlerinde size başka bir dünyanın kapılarını 'özenle' açıyordu. 
     Sergi broşüründen alıntılıyorum ' Repin'den Makovski'ye, Yaroşenko'dan Şişkin'e ve dönemin daha pek çok ünlü sanatçısına yer veren sergi, dönemin Rusyası'nı hemen her yönüyle anlatırken, ele aldığı konular ve tiplemeleriyle, sanatseverlere Nikolay Gogol, Fyodor Dostoyevski gibi büyük Rus yazarlarının eserlerini okuyormuşcasına ayrı bir keyif verdi'. 
     Ben mevzuyu bir adım ileri götürüyor ve diyorum ki ' Söz konusu eserleri ve belki daha da ötesini, beklenmeyecek biçimde, kendi başınıza yazabilmenizi sağlayacak derecede ilham vericiydi'.

    Fazla söze gerek yok... Gözleriniz herşeyi anlayacaktır...

    Büyülenerek ayrıldığım sergiden 'tadımlık' seyir aşağıdaki gibi...St. Petersburgh'a yolu düşeniniz olursa, Devlet Müzesi'ne uğrayıp kendi gözlerinizle şahit olmanız başka! Kaçırmayın derim!

Tablo içinde tablolar...

Başka bir tablodan detay... Evet evet 'detay' ! 



Orjinal tablo .... 

ve detayı.

  

3 Aralık 2008 Çarşamba

TESTOSTERON; NE SENİNLE NE SENSİZ…


Oyun Atölyesi’nde 2008- 2009 sezonunda sahnelenmeye başlanan ‘Testosteron’ adlı oyunu izlemeye giderken üzerimde bir gerginlik vardı. Düşünsenize bu ülke ‘Vajina Monologları’nın da sahnelendiği bir ülkeydi ancak bırakın oyunu izlemeyi ismini duyar duymaz rahatsız olan kişi sayısı kim bilir kaç tane idi? Hem metnin de bu rahatsızlığa içtenlikli bir destek verdiği ve kadın meselelerinin oldukça iç daraltıcı biçimde ele alındığı da bir gerçekti. Ancak oldukça zeki bir adam olduğuna kanaat getirdiğim oyun yazarı Andrzej Saramonowicz, temellerini Hollywood senaristlerinin attığını düşündüğüm kendini ispiyonlama geleneğinden de yararlanarak, daraltmadan düşündüren bir oyuna imza atmış.

Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinde oyunculuk eğitimi almış bedenlerde can bulan oyunun farklı milletlerden karakterlerine, hiçbir yabancılık çekmeyişimiz zannediyorum ki hem yazarın insanlığa ve erkekliğe dair ortak noktalar üzerinde başarı ile durmuş olmasından, hem de Oyun Atölyesi ekibinin oyunu sahneye koymadaki başarısından kaynaklanıyordu. (Bu savımı kanıtlayabilmek için oyunun başka bir kumpanya tarafından sahnelenişini izlemeyi ne çok isterdim!) 

Oyunculuk, çeviri, yönetim ve ışık kullanımının ötesinde sahne tasarımını gerçekleştiren Bengi Günay’a ait olduğunu düşündüğüm, oyundaki tüm kargaşaya sebep olan gelinin, bir erotik ikon olan Mae West ile simgelenmesi fikri de, takdire şayandı! Bahsi geçen mevzu erkekler ve onların oldukça basit kurallara dayanan yaşayış biçimleri olunca sahnede hem Salvador Dali sergisini ziyaret eden ‘nitelikli’ azınlığın, hem de sinema salonlarına koşar adım giderek Recep İvedik’i seyretmelere doyamayan sınıflanamaz kalabalığın yan yana oturup, güle eğlene izleyeceği bir oyun ortaya çıkmış . Kişisel dileğim, her ne kadar Oyun Atölyesi’nin buna ihtiyacı olmasa da, ‘tamamen duygusal’ sebeplerle, İvedik tayfasının Moda’ya kısa bir ziyaret yapmasıdır. Onları tahmin edemeyecekleri bir şekilde zihin jimnastiği yapmaya yönelteceğini düşündüğüm oyunun, aynı zamanda kahkahalara boğmak konusunda da aşağı kalır yanı olmadığını söylemekte yarar var. 

‘Depresyondayım, unutuldum, aldatıldım’ sözleri bir erkek tarafından yazılmış olsaydı sanırım ona ilk sormamız gereken ‘Hormonal dengesizliğin olmasın?’ sorusu olmalıymış çünkü yapılan araştırmalar, testosteron eksikliğinin seksüel fonksiyon ve istek azalması, yaygın kanının aksine; entelektüel kapasitede azalma, konsantrasyon kaybı, yorgunluk, kızgınlık ve sonucunda da depresyona yol açtığını göstermiş. ( Obezite de cabası!!) Sanırım araştırmaların doğruluk payını da, tiyatro salonunu dolduran kalabalıktan yükselen şen kahkahalar kanıtlıyordu. Uzun lafın kısası,bana kan,revan ve bol bol küfre rağmen erkeklerin olmadığı bir dünyada ne kadar çok sıkılacağımızı ve varlıklarından ne kadar çok keyif aldığımızı bir kez daha hatırlatan bu oyun, ne tuhaftır ki biz kadınlar olmasak onların ne yapacaklarını bilemez varlıklar olup çıkacaklarını anlatıyordu.